Kayıtlar

ve Nehir Coştu

bütün ırkları toplamıştım yüzümde yüzümü hissetmeyene kadar yürüdüğümde kulvarda neydi his? bağını çözüyorum kemerimin belki de buydu. geceyi aydınlatan billboardlar işte yüzyılı kokuşmuş coğrafyanın ha bir de Afrika. bana dahil olan sevginin yansıması yüzüme. hoşgeldiniz, hoşgeldin iki gebe dünya ama bir dünyada kırk ırkım, saffün kebir. aklımdaki cümlelerden daha keskini avuç içlerimde kağıtlar paramparça, kapaklar darmadağın avuç içlerimde kırk harami cümleler evrenin en iyisi bu sevgiye kalbim de dahil. kuşkunun ipleri salınmış insan artık titrek bir süregelen.

Fırtına Altında Vals

bu ışığı nasıl kapatıyoruz? nedir benim ile olanın hükmü? şu çapı, metrekaresi kendine sığmayan oda mı? her şey dökülüyor kendine iyi bakmana gerek yok hülya, çünkü bilmektesin yetmeyeceğini yetişemeyeceğini. kırıntılar.. biliyorsun, senin için ayrıldı. peki milyarlarca insan geçmiştir şu tünelin altından unutmaya çalışarak tüm yüzyılı evet şu anda çok önemlisin çünkü bazı gerçekleri reddetmeye kalktın evet bu seni mükemmel yaptı hülya sen hiç bizim tarafımızda olmadın ne oldu? hani bir aralar sosyalist solurdun! beyaz gece. soğuk, gelmekteyken beş yüz değiştirdim kılıktan kılığa girdim buna neden gerek duydum bilmiyorum ama her şeyden biraz taşıdığım için belki de bir soytarı oldum hülya, kendini reddetmekle hiç oldun. bu ışığı nasıl kapatıyoruz? hiçbir şey gizli kalmamalı. imtihan kağıdına öylesine karalanan harfler olmanın .. aydınlandığım ışık da beni kendine benzetiyor hani neredeyim. kimle, kimim. Rudolf Koller diyor bir yanım bir yanımda bir çiçek açmaya fırsat kolluyor son para...

Çarliston Marka Hagen

temaşanın her zaman aşağılık taraflarına o göz alıcı akıntıya esintinin yaşanan her şeyi anımsatan  ukalalığına  karşı  durabilmekti en azından istediğim  öylece durmak yönlere gidildiğinde  işler çığrından çıkmaktaydı yaşamak bunun hiçbir yerine dokunamaz  bunu ispat etmiştim kendime çoktan  ya ne olmalı ki hayır, ben bu soruyu da duymak istemiyorum  şartlandırmamak gerekiyor bu seğreltilmiş düzlemde ne varsa gerek yok gerek yok bize sessizce akmalıydı her şey  ve ayırt etmeksizin  seyredebilmekle kutsanmış olarak  mutlu olmalıydık dayanmayı hiç düşünmeden  bütün ilahların yanında  kızdım ona.

Öğle İhaneti

köpek geçip gidiyor  hiç de uzaklara dalmadan hayatıma bir çelme  deklanşör tetikte hep afişler dişlerimi karartıyor  hegomanyadan çıkmam için  diyet ödemiştim  en azından hissetmiştim öyle  kırlangıcı vurmak üzereyken  şu girdiğim yol beni hiç de iyi hissettirmedi belkiler bile terkteydi yol boyu ellerinde sürgün, gülüşlerinde burukluk şunların işte görüyorsun hepsinin bir miladı vardır sorsan ama sen sorma anlatmaya bayılırlar müsveddeden bozma hayatlar kırlangıcı vurmak üzereyken  her şeye ihanet ettim  isteyerek mekik dokuduğum her yerde bir şeyler vardı  yolunda gitmek istemeyen şeyler bütün fiiller ihanet üzerineydi yeni trend geceye ve gündüze karışan  hiçbir şey yoktu  her şey bayılıyordu apaçık olmaya bunalmıştım giz olmadan hiçlik de yoktu yani düşünce  sanırım pahası demode olmuş  inançlardan nefret ediyordum  sen dahil. kuza dikeldim ve nefret ettim bundan namlunun ucunu temizledim  bütün girinti...

Destinasyon - Har Vuruyormuş Elmaslara

öğleyin yamalarını yeniliyordum bütün tezkiyelerin ajandamdan üç kolon kan damlarken yapmalıydım bunu sorumlu kim? hani soruyorlar kim yazdı? yazgıya peşkeş çekebilecek kim? iradesini komodine koyup  çarpışarak ölen kimdi? sen asimile olmuşsun hiç yoktan, birden hani "on the road" diyorduk isyanla ne de asi hani nerede ilerlemek, kayda değer bir nitelikle? ölmek hiç düşünmeden? yolsuz diyorlar siddhartha'ya da. şimdi ağaçlarımızın çevresindeki gölgeler  kaçışmış, her yer aydınlık, her yerde ay hani kaçacaktık  gecede görünmeyecekti yüzümüz ve ellerimize değen bizim gökyüzü  yeni bir varış, yeni bir kalkış gerek bize balkonda sekiz yüz seher var ölü  yedi kolon kanlı,  elmastan avizelere mucuklar tünemiş hayalde cinayetler işleniyor kaçmak gerek ve artık bir sen olmayacak hesaplaşacak bir dava yok aldığım nefes, verdiğim kırlangıç sürüsü  nallar savuruyor toprağı alnıma  alnıma elmaslar üşüşüyor  bunu da istemiyorum  Fazıl'ı da. kimi kims...

Hipodrom

hipodroma dört saat kala; içimdeki sessiz bekleyişe  kulağımı dayayışımın altıncı terfisinde akıp giden zamanın peşi sıra  tükenen hislerin de kazıyordum mezarını geriye dönülmez bir yaşamaksız bütün bunların en azından bir süre daha devam edeceğini düşünerek  sürüyordum kelly'i  alışveriş yapmalı ve zoraki tükenen ömrüme destek olmalıydım biraz daha gaza bastım  en yakın market yedi kilometre ötede  kendi halinde bir yerdeydi hipodroma üç saat kala; daha net olan her şeyi sahiplenmeye başladım somutlaştım ve  hayallerimin leşlerini balkona serdim tabii bunlar birden olmadı  kırk üç sene geçmesi gerekti  dünyayı gördüğüm andan sonra hipodroma iki saat kala; zoraki ifadeleri kendime gard edinmekten de vazgeçtim  bağlarımı kestim  diyalogları bitirdim ve  kendime yetmişlerden kitaplar aldım  geldiğim yerden fazla uzaklaşmamalıydım. uyum sağlamak benim için  kusurlu varlıkların işiydi benim nihayetim bunun tam tersine en...

Cuma Mektubu

kuşu da geçtim kervanı da  benden anlaşılmayacaksa bu çağ ben boşuna tepiniyorum ben boşuna öykünüyorum bulutlara belki de sırf bu yüzden çıkamıyorum arşa  çıkıp da ne yapacaksın? elinden ne gelir? seni bir cumartesi günü vurursa bu öykü  sakın şaşırma sevdiğine gül ve klaketin sesini bekle atları ve dünyayı artık bilmiyorum  sanırım her şeyin sonuna geldim demek de işime gelmiyor  henüz hiçbir pazar'ı sevmedim lanet olsun lanet olsun buna ve gayriihtiyari ölüp gidenlere lanet olsun demode savaşlara  bilmek istemediğim yerdeyim elime eski içkilerimi aldım ve eski düşüncelerimi yarıp çıkardım yapmak zorundaydım çünkü  en azından kendime kavuşmuş olarak varmalıyım tanrıya  bunu hiçbir kürsüden duymadım rüzgarı hissedemiyorum hiçbir şey bu kadar dipte değildi  elimdeki kitap daha da dibin olduğunu söylüyor ve onu öpüyorum  kanıma karışan bu koyu bulutu  hakikati, temeli öpüyorum  altını çiziyorum ve şakağıma dayıyorum şakağımı öpü...

Ahorat, Şüphe ve Emir

lahidi mızrağıyla delip içine hin dolu nefesini üflediğinde henüz çok gençti ahorat ayrı bir teyakkuzu vardı baktığına ayrı ruhlar onun bedeninde tektiler biliyordu bu da onu bazen  umursamaz düşlere sevk ediyordu deliydi bu bilge her birine dokunduğu bin yelesi vardı  her birine ayrı bir rüzgar vermişti  her birine ayrı bir nefes her birine ayrı bir temayül fısıldamıştı bir gün kalkmak isterse ruhlar sofradan diye ona saygı duyuyor olmak her fenasında onu anlamaya itiyordu bizi muhakkak ondaydı rüşt de önüne geçmek istemezdik  ardından gölgesine değmezdik böylece içimizdeki kuşkuyu öldürüyorduk hunhar birer katildik içimizdekine bazen kendimizden de çekiliyorduk böylece uçuyor gibiydik yürürken  ahorat her bir lahiti yardığında mızrağıyla bunu sadece gözleriyle de yapabileceğini düşünür  böylece eşyayı da silerdik hayatımızdan ruh olmuştuk belki o kadar bilmezdik cesedimizi lahitlerde ölü yoktu  lahitlerde zaman vardı  bizi burada tutacak zamanla...

İkilem, Yanılgı ve Öylesi

azığını topla beni buradan kötüye  kendilerini hükmün anası sanı ben buradan gitsem de  aklımda kalmayacak birkaç şey  ben buradan bir duman kadar uzak ben buraya hiç yakın olmadım ki sadece kendime bir söz vermedim  belki de vermem gerekirdi saçma sapan bir yele için bazen  avurtlarım sancıya kapanıncaya kadar yazdım benim delik deşik gerçeklerim var yani hiçbir şeyle işim yok  çekip gidesim de yok belki de olmalıydı gülüşlere kanmam, dostum yoktur şuh namlumun ucunda sahanımda kavrulan gerçeklerim ne başkasına aşk, ne başkasına hal yaratılmışlığım dilimden elime akıyor bu kadar. : Hasan, Ali, Esat. en küçükleri Esat ortada Hasan, sonra Ali. yakaları bir, üç servi üç arkadaş  üçer hafta arayla  canlarına kıyılmış kimin yaptığı bilinmiyor  kimse bilmek de istemiyor kanları hala diri kimseler yağmur yağmasını bekliyor susku bütün çatıları esir almış  umur terk etmiş şehri  kimselerin karnı aç  duygularını dahi yemişler  kim...

Sü Sessiz Ölüm

fırça darb-ı mesel kurşun bir intihar süsü yelkeni şehre döndürdüm sü dilimde  sanırım kırıp geçireceğim şu kara bir zamanlar ilk nefesimdi tanım, yıkıyor mazgalları oh, ne de anlamsızmış dehlizleriniz gülümsüyorum, kıkırdıyor kuşlar kıracağım dişlerimi,  bir salonu üzerime yıkıyorlar gemideyim elimde üç beyit varmış bunu edilgen bir gölge söylüyor elimde üç evren saklıymış bunu edilgen bir gölge söylüyor üç; ma  ve ra. fırça darb-ı mesel sü dilimdeki kanı diri tutuyor her harbe karşı kendi nefesine bilenmiş bir hokkabaz diyor hakkımda siyahi bir edilgen, elinde şapkalı bir güvercin lacivert tanrım, işte düşüyor kuleler ah, işte şimdi ne güzeller işte şimdi hilkat okyanusundan aldığım manevramı sağ elime alıyorum  işte şimdi tanımlamak kendimi, düşen kulelerin seyrindeyken ve haddimin seyrine dalan baykuşlar süzülürken  göğün göğsünde ne güzel. sol elimde bir komançi mızrağı varmış öyle söylüyor siyahi bezgin edilgen omuzlarıma da ulu bir baykuşun gölgesi düşmüş...

Grand Mada Idea

niteliğin karşı konulmaz dayanıklılığı üzerine kaç cumartesiyi feda ettiğimin yankısı gittikçe yıllanan değil gittikçe biriken bir şey var üzerine kaç soluğu feda ettiğimin yankısı madalyonun pörsüyen kenarları eriyen düşlerin üzerimdeki günü sırtlayışı demirden sıtmaların hangi cürüm için bendimi sardığı rıhtımda ölüme yatan binlerce at ben onların yanında olmadığım için öldü hiçbir meselenin hiçbir camiaya sıkıştırılıp da öylece kaybolacak hali yok, hayat;  hatasız düşüncelerin mahlasına sıkıyor yumruğunu gülümsüyorum, flaş. flaş.  geceleyin sayıkladığım adlar yoktular mektuplar mühürlendi ve kararmış ordulara dağıtıldı üryan kalmış herkesin savaşıydı bu yazgı harbe çıkanların cebindeki beyaza çalan mendiller dahi imhalanmıştı, hayat; daniskasıydı barındırdığı her şey nispetince bencilliğin. uyarı çağrıları yapılıyordu kimse kendisinin sebep olmadığı savaşa girmek istemiyordu düşüncenin başladığı yer burasıydı düşüncenin annesi, sorgunun cereyanı ve doğum ve azap gülüyorsun,...

İlk Koşu

erkin beni ırmaklara katıyor sevdiğince sanırım yeniye atılan her düğüm ölüme yeni bir davet çıkarıyor maalesef öyle ki ne var anlaşılamayacak köşede bir soluklanıver belki bir koşu, sırtlar ne varsa içimizdeki belki bir koşuya denk geliriz alemde hem ne olacak rahvandan dört nala kaybetsek de kazansak da yük bizden çıktı ya erkin her şeyi bana anlattı düz yoldan saparken yokuşa sevdiğinin kaşına serpişen servilerden erkin bana her şeyi anlattı aklını yitirmiş dört yokuş daha gitmiş evinin tersine yeni dünyalar görmüş halden hale mekik dokurken niyeti servilere bir dokunmakmış öyle ki ne var anlaşılamayacak ben buradayım sen orada erkin de birazdan gelecek bitecek her şey ve bilmeyecek erkin dokunduğumu servilere

Temaşa Kuza

yaşanmamışları hatırlatan yağmur ikindiyle akşam arasında bir yerde yine yaşanmayacaklara yağarken de aynı yerinde daha yeni doğrulmuş üzüntü yerinden bana şeytana benzeyen yüzleri gösterdi Yin evet, dedim hepsini tanıyorum üzülme  bir şimşek gibiyiz sen, ben ve şuh gözlerin değip gideceğiz dünyaya sadece benim olduğum bir ana  sıkıştırdım gülüşlerimi uzaklaştım hemen falanca bir çocuk gibi kuz da benimleydi biliyordum çocuk değildim  baktım ve kendimi ben ve yansımam  gölgem ve ben kendimi ve gözlerini kapatma, her şeyim orada alnında bir çizik var  ellerine kuşlar konacak dalların var kaşların fark etmeyeceğin bir hayali süslüyor müyorsun gül fen lüt fet hep uf, kül bazen de ve böylece insan sığabildiği tek şeye dem, aşk, nefret, düş beslemekle  işinden ediyor kötüyü biz savaşacak mıyız ki neyin gürzü bu tuttuğum kimseye gidilmez bu havada  yağmur sekmiyor derindeyiz bi o kadar dileklerimi dilerken dilim kamaşıyor  sanırım şurada bir gemiyi tutu...

Meşru Üç Cinayet

meşru üç cinayet; bu ne, ne bu eziyet? atlar var, atlar alestada atlar var atlar var atlar var rah, rah, rah, ra! teptiğim septik rötüşlarımın üzerinden  atılıyorum kuşlara oradan sepkene yağmak bu ne, bu ne düş? atlar var atlar var atlar var rah, rah, rah, ra! ağzım köpük köpük  buralar meşhuriyet kazanacak meşhur bir özgürlük  başı küçük bir canavar çıkacak-mış  karşımıza da ölecekmiş-iz  tebriklerle bu ne, bu ne azap? atlar var atlar var atlar var rah, rah, rah, ra! akaretinde üç kuruşunu bırakmış debdebeci buraya senin için de bir har sığar f. ucundan tutuşdurduğum kırmızı bir hal ayın ak tarafına çentik atmış bir düş üç, iki, bir flaş! bu ne, ne bu fotoğraf? atlar var atlar var atlar var rah, rah, rah, ra! eline verdim sergüzeştin üç buket solacak, kuruyacak ve karışacak söze kuruyam, kuruyam, yamyamlar sıska ölüm çelimsiz, çalımlı aşklar sallanan kulvar, asılan kullar ellerimde çelikten yaba demirden ellerime çelikten yaba bir sevgili polarını almış  ...

Evi Dinle Leone

bu suni cehennemi biz yaptık  (buraya bir düzlem sığacaktı oysa) her şeyden önce ama her şeyden çok bilinçle  kitabı kapatmalıydık  kendimize bir kütüphane aldık  ölmeliydik tekrar dirilmeyi seçtik  -çok güzeldin. bin su yüzünden daha berrak birden çekildin ve yanar olmayan  gezegenler yandı  selaya kalktığında müezzin  arşın gözleri uyanıktı çoktan  o hep yürürlüğü ortaya koyan uyanıktı felekten şimdi duvardan duvara dargınlıkla  geçen bir teyakkuzun bıkmışlığında -geçip giderken deryalardan. bu suni cehennemden  arzı örtsek üzerimize kurtulamayacağız hep didaktik çağrılar duymaktan aslında  müsebbip orada orangutan bir bilge  yansıyan çevik bir dil oluyor kaderime yoksa ne işe yarayacaktım  mısrasız kuşkuya yer yok meydanımda -rahatsız olma düşümden. evi dinle koşuya var düne uyu elini yak ayaklarını devir her şey demin oldu şimdi vur aldan evi dinle koş uyu ciğerini duy gece olsun doğrul kontrast duş avucundan evre...

Muhayyel Taban

tabii ki  sen şimdi uzaksın günahlardan mümkünatın damarlarını çatlatan gülüşlerden yakamozun nevrini döndüren şarkılardan gecenin mihrabından eğilip kuşlara fısıldayanlardan bastığım yerin kalbini yokluyorum hayatım olmalı ki kırmış mıyım? kim miyim? daha dün doğmuş/ içindeki gebe yarının katili neymiş? uzakmışım. nedir bu koku? gölgesinde ellerimin sarı köleler volta atıyor birazdan açıklanacak hürlüğün bedeli nedir bu koku? volta atıyor sarı ellerimin gölgesinde köleler nedir soru? cumartesiyi unutan babalar. şimdi kadere bağladım bağımı artık ne olacaksa gölgemin karışamayışı tabii şimdi sen uzaksın ölen nehirlerden gerilen madenlerden intihar için örülen gergilerden tırnaklara karışmış derilerden sinmiş hinliklerden evet benim toprağım henüz  üç keşin devirip de yazdığı üç şiir kadar  binmedi kıymete/ benim için. oh! evet, neydi sorun? birazdan açıklanacak hürlüğün bedeli  coğrafyama sinen ak kaşıklı çağlayan sen misin beni üfleyecek yok mudur her şiirin diyeti?...

légion d'honneur

kuytusundan çıkması rüzgarın  eylül'de salıverilen saçlarım dalından bir kuşu avladığım mevsimin yarılın yoldaşlarım tepemizdeki haziran geçiverecek aramızdan sakının kuşlarım artık barut serbestisinde yankılanacak dumanlar düzlemin seğrinde üç mana şimdilik teyakkuzda bekliyor: dil, devinim, derdiğim. onu sevmekten çoktu yaşamak derdest bulutların tepesinde adım yazılı gibiydi altından bir orağın dibinde hiçbir şey dinmeyecek gibiydi artarak çağlayacak aksine ama burada bırakmalıydık her şeyi  her şeyi kabullenememişken yani  karakter imtiyazından ölüme süregelen dayatmalar! düzlemin diline dolandığında benim yaşamağım üç mesai, üç vesait, üç dize  kırk tabur beynimde tepinir olur  apoletime demin kuş kondu; légion d'honneur. hayatım soluduğum barutun haddi bana yapmak istemediğim  şeyleri yaptırıyor sehven solumuş oluyorum böylece evrende dimağıma sıkıyorum yedi mm yeni bir dimak veriyorlar yeni bir kurşun  ölmekti benim için bitmek bilmeyen kuytusun...

Mahpus Rıza

isminiz? Mahpus  soyisminiz? Rıza eline alırmış uzunca demir tokmak doksanlarda kendini firavun sanıyor ya da Allah muhsin ünlü oldu sonrasında.

İlhan Berk

ben bu halimle şarjör değiştirdim/ gazi istesem Allah'a kadar koşabilirim duymayanın kefeni yok/ ölümü oysa inanmıştık ölümün de dürüleceği kefeninin  öyle söylemişti/ cennet ben ondan büyük bir şairim derdim eğer gerçekten biraz büyük olsam/ İlhan ama şimdi de hiç ondan aşağı kalır bir yanım yok/ Berk 

Cam Vinnie

Vinnie bir cambazdı; ayaklaşan ıhlamurları diyorum  galiba seslerini kesmemiz gerekiyor yoksa ipten kayıyorum gideceğim yol görünmeze göz kırpıyor diyeceğim o ki bağlaçlar da  yersiz bir coşkuyla sarsılmalı daha dün bir çocuktum  panayırdan panayıra limonata  bugün kemirgen düşüncenin teyakkuzuna gebeyim böyle olması gerekmiyordu kalbimin aynası geceyi yaran okları yağlarken ruhumun köşede kendine infazı.. hem ipler eskisi kadar gergin değil  hem her şey ölüme dair  damarlar ıslak dün bir çatışmadan kaçtım  namlular beyinleri dağıtmakla mükellef koşuyordum  ayaklarımı, bacaklarımı  son kurşun duyumlarımı hissedemiyordum durduğumda pür bir sessizlik sarmıştı kederin coğrafyasını biraz soluklandım ve yaktım kaderimi benim de bir namlum olsaydı belimde sanırım koşmama gerek kalmazdı evvelsi gün  çatıdan odama su akıyordu sağanak yağmur beni evimden çıkarmak için bütün gücüyle saldırıyordu  yapacak bir şey yoktu bekledim unutmayı bekled...

Kırılma

tanrı bana on at verdi on bronz at bırakmam gereken zaman yaklaşıyordu ahitler yıkılacak setler devrilecek kıyım başlayacak yazılıydı tozlu odaların gümüşten raflarında duran kapağı meşeden yapılma kitaplarda  "gölgesinde on bronz atın silueti görüldüğünde..." adı; Johanna.

Tilki Düğünü

doğrulduğunda yeni bir akış yeni bir kader çiziyordu defterine alfabenin omurgasına sürüyordu dilini sanırım bunu en iyi yapan son kişiydi bunun farkındaydı bir defasında bana; her şey iyi olmadan önce ortadan kaybolman gerekir. çünkü ruhu zengin olanlar böyle bir çürümüşlüğe şahit olmak istemezler.  şimdi ayağa kalktı ve bir yudum aldı  kapısının eşiğine gelen kedilere istediklerini verdi iskemlesine oturup  tilki düğününü izledi sonu geliyordu bunun da farkındaydı  uzunca bir süredir irkilmiyor kendine yapışacak şeyler yaşamıyordu bendini gayyaya sokup sokup çıkarıyordu bir yanı yüzündeki her bir kırışıklık  keffaretini ödediği kaderine nazireydi farkında olmadığı tek şey  eskiden daha iyi yazdığı gerçeğiydi ölüm de bu sebepten iniyordu kaldırılmalıydı.

Hür Cüma

şimdi sola dönmen gerekiyor; eğilin. kokladığınız ceplerde bir bok yok yerli yersiz yükselen gövdenizden başka bir şeyiniz yok öneminiz yok tanrı için ve  sanırım burada biraz dinlenmeliyiz. kahve ister misin? yeni bir şey  yeniden bahsediyorum  kapana kısılmış mecburi kıçların haricinde  yeni bir şey  taze bir ölüm? belki. geçenlerde "söz, şereftir" demiştim ona kime? kemal'e unut gitsin. kemal'i tanımıyorum ama alper bana onun hakkında pek de ilginç olmayan birkaç şeyden bahsetmişti: çocukken annesine dalga konusu olmuştu babası ön dişlerini indirmek zorunda kalmıştı beyninde kalıcı hasar oluşup oluşmadığı ile alakalı çalışmalar hala devam ediyormuş ve saçma sapan sözlerini japon atasözü diye yutturmaya çalışıyormuş sonuç olarak  doktorların geldiği yere geri tıkma fikrini de annesi kabul etmemiş o da yaşamaya devam etmiş kemal'i bu kadar tanıyorum ebu cehil'e direttim namluyu kemal'i tanımam etmem ebu cehil merhaba elimdeki swiss&wesson şimdi sağa d...

Kelly Simulacrum J.P.

varsa yaratacağın hassasiyetler çukurunda  boğulmadan ermeyeceksin işte mihrap işte teyakkuz işte göz işte dişteki hürlük bizde hiç anlam kalmadı diyor Jean elde su dudakta yara  fikirler çıktığı yerde infaz ben burada duruyorum  eğildiğim bu arşa dokunuyorum sanmışım rahvan beni sardığında bir odada kalsaydım kendimi davrandığım kurşuna bulletdoit çıkarıyorum gözümü eski bir yağmurda kontrast banyosu çekiyorum Jezas gülümse bugün at iyi koşmadı adı Kelly dün de iyi koşmamıştı yine de attı bugün insan gibiydi ağlayamadı koşarken sırtında üç karış bertik yavaşladı ve kafasını eğdi  toprağa sonra dirildi ama yarış bitmişti tempo sıfır, böyle olmamalı / yakıcı gece. son yaklaşıyor  titrek omurgam için bir kurtuluş olacaksa şuh sonda durulmayacak titreten dişlerimi aşk diliyorum hızlı atlar şimdilerde  yargıyı üçe indirmeye içiyorum ve Kelly öldüğünde kendime yeni bir at bulacağım  yeni bir kıta.

Yota-Praga (Belki İsyan)

-Varsayalım düşmekten kurtulduk YOTA, sonra ne olacak?  -Sonrasını kimileri yaradanın kerim sıfatına bırakır. Ama nereye kadar? Sonrasında ne olacağına kendimiz karar veririz. Bütün ipler kendi elimizde, kendi prensiplerimiz kendi içimizdedir. İnanç içimizde, umut içimizdedir. Ve baştan beri de konuştuğumuz üzere inanç ve umut iç içedir. Dolayısıyla insan düştükten sonra yine, yine ve yine düşebilir. Bazıları hiç düşmez. Bazıları da -umutsuzlar- yerden asla kalk(a)mazlar, PRAGA. Zaten insan bir seçeneğe doğru meyillenmekle meşhurdur. "Ağaç siyah, bulut siyah, nebatat, tabiat her neyse ve her ne varsa kapkara. Umut insanı kurtaracak diye bir şey yoktur. Umudun neticesi buhrandan öteye geçmeyebilir. Belki de Tanrı umudun çoktan belasını vermiştir ve bu yüzden de düşüp düşüp ayağa kalkan insan düşmeye meyillenmiştir. Lanetin sonucu lanet bir yaşamdır. Umut iyidir, peki ya sonuçları ?  Umudun ardından insanın içini buhran kaplayabilir ve sanki yürüdüğü yer masmavi göğün altında d...

Yota-Praga (Umut Karaya)

-Söyler misin YOTA, yalnızlık bir boşluk mudur?  -Yalnızlık kocaman bir boşluktur, PRAGA. Yahut bütün duyguların keşmekeş olduğu ve her duygudan da nebzelik tat alındığı bir çukurdur. -Var mıdır bu çukurdan kurtulmanın yolu YOTA? -Var tabi ama şunu unutmamak gerekir ki bu çukurda gezinip durmuyor, düşüyoruz hiç durmadan. Bağırıyoruz düşerken ve serzenişimize yardım eli istiyoruz PRAGA. Kurtulmak için ilk önce düşmekten kurtulmak gerekir.  "Kömür karası renginde bir kara gözükür. Bu koca okyanusta serap görme ihtimaliniz yoktur. Her şey gerçek, her şey acıdır. Karaya doğru kürek çekmeye başladığınızda içinizdeki umut da çiçek açmaya başlar yavaştan. Uzun bir müddet kürek çekmeden sonra, uzunca bir bekleyişten sonra kara gözükmüştür. Kapkara bir kara parçası ama umuttur; bu kara parçasının görüntüsüne aldanmamayı icap eder. İnsan demir attığında bu karaya, ya her şey bir umut uğruna daha kötü olursa..." -Düşmekten nasıl kurtulunur ki YOTA, düşene yardım edilir ama düşmekte olan...

Yota-Praga (Başlangıç)

-Hissettiklerini söyle PRAGA.  -Ben senin gibilerle konuşmam YOTA. -Hiç mi konuşmazsın PRAGA? -Hiç, YOTA. -Büyük konuşma PRAGA.. -Büyük konuşursam, YOTA? "Geçmiş günleri yad ediyorum yine. Bugünden başlayıp, yarına küfür edip düne, daha da düne bir yolculuk bu.  Gerçekten sıyrılıp anlama doğru giden bir yol bu. Evet gerçekler..." -Hayat büyük konuşanları sevmez PRAGA. -Sen nereden biliyorsun YOTA? -Ben kendi hayatımda denedim PRAGA.. -Seni sadece sevmedi mi YOTA? -Hayatın seni sevmemesi ne demektir bilmiyor musun PRAGA? -Hayır YOTA.  -Eğer hayat seni sevmezse başladığın işleri bitiremezsin, sevdiklerini göremezsin bir an bile, hatta bir an seslerini duymak bile mucizedir PRAGA. -Bir bedel mi bu YOTA ? -Bedel PRAGA. "Evet gerçeklerde ve melun insanlarda maalesef bir anlam yok. Et, deri, kemik ve akıldan ibaret bir oluşumun bu kadar aşağılık olabileceğini nasıl bilebilirdim? Bir isyanın ortasında yapayalnızım. Eğer gayet eğlenceli, gayet olumlu, gayet neşeli bir oluşumsanı...

O Gece San Pedro'da

gece elimdeki mızrağa eğildiğinde zannettim ki buradan çıkış olmayacak Bölüm 1; mavna ile okyanusa açılmaya benzer kördüğüm şu yaşamak  dirayetime sığınmışım da ne olmuş  bastığım yerde atlar ölüyor  irsi değildir kabuslar bunca  kemirgenlerin sırtımdaki kurşundan evi üç tavşan gördüm birinin elinde ok birinin elinde kemik  birinin elinde de tül vardı  sana beni affet diyorum bu son fiyat  cambazın taburesine tekme yoksa hür bir milada ilerliyorum sevgilim gün kilimler üzerine son servisini yapıyor bakışların bir kartonu andırıyor Bölüm 2; bu yağma hüküm durmuş lağvedilemez  seni sevdiğim radyolardan duyulmayacak güzelliğin yeryüzünde bir imgeyle örtüşecek çekilecek sular, üç beş dağ yarılacak imge kıyamete iliştirilecek  yani bu aşk da. maalesef kıvrılacak yer yok bu hücre bir kişinin ayakta ölmesi için  yani bu aşk da. Bölüm 3; ışıkların sonunda yeni bir şey yok ölü gecenin elekten geçirdiği ölü devrimlerim aradın mı? evet aradım. ne s...

Hür

üç dilde de bırakıp af niyazını vardığım yere kendi başıma diri ve bir şükür boyunca bütün bırakarak kelimeleri körlükten imtina bir aydınlık içerisinde  süregelmeyecek kıtlıklar yaratıp /şüphenin gözü kor lacivert Campton'da bir güvercin  irtifanın sessiz cazibesi  cumbasına örsü sermiş aşk  buradan semanın katlarına  dövdüğü sarp gözyaşları  hürriyetten uzak, hürriyetten uzak, hür.

Don't be

ay batmazdan evvel çıkmıştım karacadan yolumu bileyen adımlarım kayıyordu şehrin yamacından yorgun  değildim  meraklısına güller kurumuştu düş, kalktığım kırdaki orduya zafer fısıldadı  inanmak; kışlasında sürünmek mecburi iltifatın. yine ölsem  yine aynı yerde olurdum  aynı kan, aynı kemik; "boynuna vebalim" demirler çakıldı ve atlar bağlandı sıkıca  açlığa sinen şeytan teyakkuzun zirvesinde aşklıyordu kendini kıymıkların damarların içindeki külüstür yolculuğu  ölümle insan arasındaki şafağı dokuyordu zannımca  aynı kan, aynı kemik;  dünyanın orta yeri siddhartha! zulüm durağı  bak zikkenin halkasına  bin tabur kahır bağı  yorgun değildim sarkarken şehrin yamacına  neden yorulacakmışım hiç yaratılmamışcasına aynı kan, aynı gürlük; seherin içinden geçen umarsız yelim. —2024